Montrö anlaşmasından önce yürürlükte olan ve Lozan’da kabul
edilen Boğazlar Sözleşmesi’ne göre; Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenliği ile
ilgili iki önemli kısıtlama vardı. Birincisi, Boğazlar bölgesine asker, askeri
üs, birlik, askeri hava üssü, kontrol noktası, hava savunma ve topçu tahkim
noktası ve askeri deniz limanı ve komuta noktası gibi her türlü askeri yapıdan
arındırılarak sterilize edilmişti.
Kurtuluş savaşından büyük bir zaferle çıkmış olan bu milletin
kendi askerini en önemli stratejik bölgesinde bulunduramaması Lozan’ın Boğazlar
sözleşmesine göre yasaklanmıştı. Çanakkale zaferinde en güçlü savunma hattımız
Çanakkale ve İstanbul boğazı bu sefer düşmanın en büyük kazanımı olarak
savunmasız hale getirilmişti. Yabancı askerlerde buraya giremiyordu ama Türk
askerinin kendi topraklarına giremiyor olması Ulusal Egemenliğimize aykırı bir
zafiyetti.
Önemli bir diğer madde ise Başkanlığını Türkiye’nin yaptığı ortak
bir Boğazlar komisyonu kurulmuş ve dokuz devlet bu komisyonda bir delege ile
temsil ediliyordu. Boğazlardan savaş gemilerinin ve uçakların geçişini bu
komisyon denetleyecek ve Türkiye sadece tek oy hakkı ile müdahale edebilecekti.
Bu da diğer egemenlik sorunuydu. Elbette Türkiye’ye savaş açmış emperyalist
devletlerin de lehine işleyen bir durumdu bu. Tüm bu uygulama ve Boğazlar
Komisyonunun çalışmaları ikinci dünya savaşı sonunda dağılan Cemiyet-i Akvam
( Milletler Cemiyeti)’nin kontrol ve denetimine bırakılmıştı.
İzmir'in Kurtuluşundan sonra daha Lozan Antlaşması
imzalanmadan Birleşik Krallık içinde
2 uçak gemisinin de bulunduğu donanmayı İstanbul'a göndermiştir. Aynı
süreçte ABD de 13 yeni savaş gemisini Türkiye sularına göndermiştir.
Ayrıca, Amiral Bristol komutasındaki USS Scorpion gemisinin istihbarat görevi
de yapmak suretiyle 1908-1923 arası sürekli olarak İstanbul'da bulunduğu
bilinmektedir.
Lozan’da yapılacak Boğazlar anlaşmasının daha sözleşme
imzalanmadan varacağı nokta Emperyalist devletlerin bu hareketlerinden dolayı
çoktan belli olmuştu.
Montrö Anlaşmasının
imzalanma nedenleri:
Lozan’dan 13 yıl sonra Avrupa’da ekonomik buhran sonrası
faşizmin yayılması Almanya, İtalya ve Japonya gibi ülkelerin
saldırganlıklarının artması neticesinde silahlanma artmış ve Japonya
Mançurya’yı işgal etmiş İtalya Habeşistan’a saldırmış ve 12 adaları
silahlandırmış Almanya’da Hitler iktidara gelmişti. Bölgede savaş daha
başlamadan Türkiye bu konuda bölgedeki gerginliği görmüş ve boğazlarda askeri
tahkimat ve savunma yapamaması sebebiyle kendisini güvensiz hissetmiş ve bu
sebeple Lozan’a taraf olan imzacı ülkeler nazarında bunu diplomatik yollardan
dillendirmeye başlamıştı. Artık 1.Dünya savaşının stratejik ortamı geçen süreç
içinde yavaş, yavaş değişmiş siyasi ekonomik jeopolitik açıdan farklılaşan dünyanın
yeni konjonktüründe imzacı ülkeler farklı paktlarda ve kutuplarda yer almaya
başladığından yapılan bu başvuru hemen hepsi tarafından olumlu karşılanmış ve
kabul görmüştür. Türkiye’nin de başarı ile yürüttüğü diplomasi ve girişimler
önce konferansa dönüşmüş netice itibarı ile Haziran 1936'da İsviçre'nin Montrö
toplanılarak iki aya yakın süren görüşmeler sonucu bu anlaşma
imzalanmıştır.
Kısaca Montrö
Anlaşması:
Ticari gemilere barış ve savaş durumunda sadece sağlık
kontrolü dışında hiçbir şart olmadan geçmek serbest bırakılmış sadece savaş
durumunda Türkiye’nin izni ile ve göstereceği yoldan ve gerektiğinde kılavuz
almak şartına bağlanmıştı. Savaş gemileri için ise barış zamanında Karadeniz’e
kıyısı olmayan ülkeler için aynı anda tüm ülkelerin toplam bulunduracağı gemi
ağırlıkları 30000 groston ile sınırlandırılmıştır. Bu sınır ise Karadeniz’e kıyı olan ülkelerden
en güçlü donanmaya sahip ülkenin toplam donanma ağırlığı 10000 groston geçerse
diğer ülkelere buna eşitleyecek kadar artırma izni verilmiş ve bu da 45000 tonu
geçmeme şartına bağlanmıştır.
Montrö Sonrası
Durum:
Montrö sözleşmesi barındırdığı şartlar itibarı ile Türkiye’nin
boğazlardaki haklarını kazanmasını sağladığı gibi Karadeniz ülkeleri açısından da
güvenli bir ortamın oluşmasını sağlamış ve hemen ardından gelişen 2. Dünya
savaşına hem Türkiye’nin katılmasını engellemiş hem de bölge ülkelerinin bu
savaştan zarar görmesini büyük oranda engellemiştir.
Ancak savaşın son dönemlerinde Montrö sözleşmesine imza
anında destek veren Rusya’dan büyük bir itirazlar gelmiştir. Sebep olarak da
2.dünya savaşında Rusya’nın gerekli tahkimatları daha geç yapmasına neden
olduğu gerekli yardımların vaktinde ulaştırılamadığı ve savaş anında Rusya ve
Karadeniz ülkeleri aleyhine ihlaller olduğu noktasında ciddi itirazları olmuş
ve Montrö’de tadilat yapılması talepleri olmuş ve bir takım taleplerde
bulunmuştur.
Bunlardan bazıları Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin savaş
gemilerine kısıtlama getirilmesi, bunların dışındaki ülkelerin savaş
gemilerinin kesinlikle Karadeniz’e girmemesi ve Rusya’nın boğazların güvenliği
Türkiye ile birlikte sağlaması bunun için boğazlarda Rus üssü kurulması gibi
taleplerde bulunmuş ve neticede bunu nota şeklinde Türkiye’ye bildirmiştir.
Bundan sonra uzun bir karşılıklı notalar ihtarnameler uyarı
ve açıklamalar yapılmış. Başlangıçta Rusya’yı dikkate alan İngiltere Türkiye’yi
Montrö de tadilat yapmaya davet etmiş fakat Türkiye’nin tavizsiz karşı
çıkışları ve süreci iyi yönettiğini ve barışın tesisinden yana olduğunu ve asla
2.dünya savaşı sırasında ihlale izin vermediğini ısrarla anlatması neticesinde
bu taleplerden vaz geçilmiş. Rusya ise geçen süreç neticesinde ABD’nin bütün
dünyada artan askeri ve özellikle donanma üstünlüğünü gördükçe bu konuda
ısrarının hatalı olduğunu anlamış ve aslında gelinen durumda bu anlaşmanın
Karadeniz ülkeleri ile birlikte Rusya’nın da güvenliği açısından önemli olduğu
anlamıştır.
Daha sonra gelişen olaylar özellikle Gürcistan ve Rusya
arasındaki savaş ve Ukrayna Rusya krizleri neticesi bu sefer ABD çeşitli
vesileler ile Montrö anlaşmasını delmeye çalışmış ama yine Türkiye’nin tavizsiz
siyaseti neticesi bunda başarılı olamamıştır.
Netice itibarı ile bugünkü şartlar altında Möntre’i gereksiz
bulan ve artık sözleşmenin iptal edilmesi gerektiğini çeşitli vesileler ile
gündeme getiren ABD olmuştur.
Hatta 2016’da ABD meclisinde bu gündeme getirilerek
Türkiye’nin bu konuda ikna edilmesi kararı alınmış bunun üzerine Türkiye’ye
gelen elçi Erdoğan ile bir görüşme yapmıştır.
Netice itibarı ile Montrö Lozan’ın ağır ve kısıtlayıcı
boğazlar sözleşmesine oranla Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir kazanımdır.
Gerek savaş dönemi gerekse barış dönemlerinde Türkiye boğazdan geçen her türlü
gemi üzerinde denetim ve kontrol hakkı vardır. Barış durumunda savaş
gemilerinin Türkiye’den önceden bildirim verip izin almak gibi şartı olması
boğazdan geçecek gemilere ve Karadeniz’de aynı anda bulundurulacak yabancı gemi
miktarına kısıtlamalar getirilmiş ve savaş durumunda ya da Türkiye’nin savaş
tehdidi altında olduğu durumlarda ise Türkiye’nin insiyatifi ile geçişlerin
engellenmesi hakkı verilmiştir. Bu boğazlar içinde tam bir hakimiyettir. Gerek
T.C’nin gerekse Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin güvenliği açısından büyük
fayda üretmektedir.
Kanal İstanbul alternatif üretebilir mi?
Öncelikle ticari gemiler için muhakkak bir alternatif
üretecektir. Türkiye açısından değerlendirildiğinde boğazlardan ücretsiz olan
bu geçişlere tıpkı Panama ve Süveyş kanallarında olduğu gibi ücrete tabii
yapacaktır. Buradan geçişler İstanbul gibi tarihi bir şehrin güvenliği
açısından da ciddi kazanımlar sağlayacaktır. Ancak bu boğazlarda geçiş hala
serbest ve kısıtlamalar şartlara dayalı iken Kanal İstanbul’un tercih edilmesi
nasıl sağlanacaktır? Kanal İstanbul’un cazibesi neye dayanacaktır? Geçiş
emniyeti, geçiş süresi ve maliyetlerinin daha düşük olması mümkün olacak mıdır?
Her şeyden önemlisi iddia edildiği gibi açılan bu kanal neticesi Marmara Denizi
ya da Karadeniz arasındaki su debisinde bir bozulma yada farklılaşma olabilecek
midir? Boğaz’ın riskli akıntıları rağmen Kanal İstanbul’un akıntısı kontrollü
olabilecek midir?
Kanal İstanbul ile birlikte yaklaşık 90 bin futbol sahası
kadar bir alan 37 bin hektarlık bir alan inşaata açılacak ve ortalama maliyet
140 milyar dolar olacak ve 10 yıla yakın bir süre devam edecek. Bu çok büyük
bir projedir. Bu kadar uzun bir süre ve çok geniş bir alanı kapsayan ve bu
kadar maliyeti olan bir projenin getirisi acaba yapılan tüm bu emek uğraş ve
masrafı karşılayacak mı? Boğazdan bedavaya geçen gemileri beş altı kat daha
fazla bir ücretle Kanal İstanbul’dan zorunlu kılmadan geçirmek mümkün değildir.
Eğer Erdoğan hükümeti bunun için boğazların güvenliği bahane edecekse istatistiklere
göre son 15 yılda Boğaz kazaları %40’a yakın azalmıştır. Erdoğan sürekli Independenta
gemisini ve İstanbul’a verdiği zararları hatırlatıyor. Kanal İstanbul projesi
bittikten sonra gemileri buradan geçişe zorlamak için olası ciddi bir kazaya
daha mı tanık olacağız acaba?
Her şeyden çok daha önemlisi 19 yıldır her yeri inşaat ile
donatan ve Ekonomiyi tek bir inşaat sektörüne dayandırarak sürdürmek isteyen
iktidarın daha önce Cengiz İnşaat gibi bir çok yandaş firmaya sağladığı avantaj
ve imkanlar mevcut maliyeti kat be kat artıracağı ve yine kendi çevresindeki
belli bir zümreyi zenginleştirip halka yansımayacağı endişesini taşıyan Türk
halkı Kanal İstanbul’a sırf bu yüzden bile çekimser bakmaktadır. Kanal İstanbul
vesilesi ile İstanbul Boğazını çoktan ele geçirmiş elit tabakanın alternatifi
olarak AKP zenginlerine ve entelajansiyasına yeni bir elit yalı semti mi
oluşturulmaya çalışılıyor? Yoksa Arap sermayesi ve Arap ülkelerindeki
iktidarların baskılarından kaçıp Türkiye’de özellikle Adnan Kaşıkçı’nın
akıbetinden sonra gizli bir yaşam sürdüren petrodolar zengini muhalif prens
kral ve idareci sınıfın alternatif yaşam alanları mı oluşturulacak?
Bazılarının iddia ettiği gibi Kanal İstanbul belki o da çok
zorlama yöntemlerle ticari gemiler için bir alternatif oluşturabilir. Ancak
bunun için oluşturulabilecek cazibeler sınırlı ve muallaktır. Ama Kanal
İstanbul’un jeopolitik durumu özellikle askeri gemiler için bir alternatif olma
durumu çok mümkün görünmüyor! Ama elbette bu noktada durumun farklı muhatapları
tarafından değerlendirilip zorlanacaktır. Montrö sözleşmesi Erdoğan’ın en son
itiraf ettiği gibi gerçekten Türkiye’nin stratejik önemi için elzemdir ve
güvenlik üretmektedir. Bunun kaybolmasını ne Karadeniz ülkeleri nede Türkiye
istemez. ABD bunu çeşitli şekillerde aşmayı denedi ama sonuç getirmedi?
Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerden NATO’ya aldıkları Bulgaristan, Romanya,
Ukrayna ve Gürcistan’ı Nato üyesi yaparak bir avantaj sağlayacağını düşünse de
bu ülkelerin askeri açıdan zayıflıkları ve donanmalarını geliştirememeleri Montrö’nün
özellikle tonaj kısıtlamalarını değiştirememiştir. Aynı zamanda Rusya’nın
oluşturduğu çekinge bu ülkeleri süreç içinde Nato’nun eylemlerinden ve ABD’ni
sürekli Karadeniz’de yaptığı tatbikat ve tonaj altında gemileri ile girerek
oluşturduğu tacizlerden tüm Nato ülkelerini olduğu kadar Karadeniz’dekileri de
rahatsız etmeye başlamıştır. Gürcistan savaşında ABD yardım adı altında Montrö’yü
delmeye çalışmış Ukrayna ile Rusya’nın çatışmasın da yine aynı mücadeleyi vermiş
olsa da bunda başarılı olamamıştır.
Netice olarak:
Montrö sözleşmeye taraf ülkelerden herhangi birinin ne de
Türkiye’nin tek taraflı iptal edebileceği bir pozisyonda değildir. Yani bu
hukuki olarak mümkündür. Uluslararası sözleşmeler karşılıklı rıza ile olur ve
bu sözleşme metinleri her ülkenin kendi meclislerinde onaylandıktan sonra
yürürlüğe girer. Montrö anlaşması da bu şekilde olmuştur. 20 Temmuz
1936'da Bulgaristan, Fransa, Büyük Britanya, Avustralya, Yunanistan, Japonya, Romanya,
Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Türkiye tarafından
imzalanmış olmasına rağmen en son ülkenin meclisinde onaylandığı tarihten
sonra 9 Kasım 1936 yürürlüğe girmiştir. 1936 da imzalanan sözleşme 20
yıllık süre içindi. Bu süre içinde sözleşmeyi yenileme ve değiştirme talepleri
olmasına rağmen bir anlaşma sağlanmadığı için yenileme yapılamamıştır..
Yenilenmediği içinde eski sözleşme bu güne kadar geçerli sayılmıştır. Bu
sözleşmenin iptal edilmesi üye ülkelerin meclis kararı ile çekildiklerini
bildirmesi ile belki mümkündür ama bu uluslararası neticelerinin
göğüslenmesinin zorluğu açısından hem de taraf diğer ülkeler nazarında kabul
görmediği müddetçe mümkün değildir.
Mesela ABD’de bu sözleşmeyi tek taraflı red etse Türkiye ve Karadeniz
ülkeleri iptal etmedikleri müddetçe aynı kurallar geçerli olacaktır. ABD’nin bu
kuralları aşmaya çalışması sadece savaş sebebine dönüşeceğinden bunu göze almak
çok mümkün değildir.
Montrö bu sözleşme imzalandıktan sonra TBMM’ sinde Atatürk’ün
yaptığı konuşmada belirttiği gibi bir Egemenlik meselesiydi. Bu gün de gelişen
konjonktürde T.C’inin egemenliğini çok daha pekiştiren ve sağlamlaştıran bir
noktaya gelmiştir. Kanal İstanbul ise henüz projedir. Yani getirileri ve
neticeleri henüz belli değildir. Bu yüzden Erdoğan’ın en son yaptığı konuşmada
onu egemenlik meselesi olarak tanımlaması doğru değildir. Kendisinin de
belirttiği gibi Montrö hala önemini korumakta ve bizim için bağlayıcılığı devam
etmektedir. Ama yine aynı konuşmada belirttiği gibi bu Montrö’nün bir
alternatifi olarak görmek siyasi bir zafiyettir.