Bu dönem sonrasında, yani insan ruhunun tabii, fıtrî ve
gayr-i ihtiyari olarak bir miktar tekâmül bulmasından sonra insanoğlu yemek ve
içmek dışındaki şeyleri de kavramaya başlar. Örneğin bu dönemdeki çocuklar anne
ve babanın sevgisini, özellikle anne sevgisini anlıyorlar ve onların şefkatli
bakışları ve kucağına alıp sevmesinden haz duyuyorlar. Bu, çocuk için yeni bir
ihtiyaç ve istektir. Çocuğun karnı tok olabilir; ancak anne ve babasının
sevgisinden yoksun olduğu için üzüntü içinde olabilir. İşte bu, çocuktaki yeni
bir ihtiyacın belirtisidir.
Bu aşama sonrasında çocuk, oyun oynamaya meyleder. Oyun
oynamak, yüce Allah’ın insanda bırakmış olduğu fıtrî bir ihtiyaç olduğu için
hiç kimsenin çocuğa oyunu sevmesi gerektiğini öğretmesine gerek yok. Bu eğilim
çocukta kendiliğinden meydana gelir. Bazen çocuktaki bu eğilim yemek ve içmeği
çocuğa unutturacak kadar güçlü olabiliyor ve çocuk, yemek içmek veya uyku
saatinden saatler geçmesine rağmen bunu fark etmeyebilir bile. “İnsanoğlu
bu aşamalardan geçiyor” derken “bir önceki ihtiyacını geride bırakıp
da yeni bir ihtiyaçla tanışıyor” demek istemiyorum. İnsandaki yemek ve içmek
isteğinin, hayatının sonuna kadar devam ettiğini herkes biliyor.
Tekâmül ve büyümenin sonraki aşamalarında tabii ve fıtrî
olarak insanda meydana gelen ihtiyaçlardan birisi karşı cinse olan eğilim ve
cinsel ihtiyaçtır. Bu his, insanoğlunun tekâmül süreci içinde hayatın belirli
bir döneminde öğretilmeksizin ve kendiliğinden meydana gelir. Çocuk ilk başta
bu eğilimini tam olarak anlayamıyor ve neyin peşinde olduğunu, tam olarak ne
istediğini bilmiyor. Ancak zamanla bu ihtiyaç kendisini daha açık bir şekilde
göstermeye başlar ve daha anlaşılır bir hale gelir. Ergenlik çağına gelindiğinde
ise tamamen açık bir şekilde kendisini gösteriyor ve insan neyin peşinde
olduğunu tam olarak algılıyor. İnsandaki bu eğilim bu dönem sonrasında ise
gençlik döneminin zirvesine kadar hiç durmaksızın büyüme yönünde hareket eder.
Bu istek kız çocuklarında daha erken kendisini gösteriyor ve kız çocukları
dokuzlu onlu yaşlarda bu isteği hissediyorlar. Ancak hiç kuşkusuz insanın
ruhunda meydana gelen bu eğilim, fiziğinden ve vücudundaki fizyolojik
değişimden bağımsız değildir ve vücuttaki birtakım gelişmelerle birlikte
gelişir.
Gerçek şu ki insan ruhunda meydana gelen yenilikler ve yeni
arzu ve istekleri fiziğindeki değişikliklerle uyumludur. Bu süreç esnasında
vücuttaki birtakım organlarda, bezelerde ve hormonlarda birtakım değişiklikler
meydana geliyor. Ancak buradaki önemli nokta, bu fizyolojik değişimler ve
vücutta meydana gelen yeniliklerin, ruhtaki değişimler için ancak bir mukaddime
ve ön hazırlık konumunda olmasıdır. İnsandaki bütün ihtiyaç ve istekleri
algılamak ise ruha aittir. İnsan vücudu bunların hiçbirisini algılayamaz. Zira
algılamak işi yalnızca ruha aittir.
Burada söylenmesi gereken diğer bir konu ise her biri farklı
bir dönemde meydana gelen bu değişiklikleri insanın önceden algılayamamasıdır.
Örneğin çocukluk yaşlarındaki bir insan kesinlikle cinsel isteğin ne olduğunu
algılayamaz, bunu anlamak onun için imkânsızdır ve hiçbir şekilde bu istek ve
ihtiyacın ne olduğu çocuğa anlatılamaz. Bir çocuğa cinselliğin ne olduğunu ve
nasıl doyuma vardığını ne kadar anlatırsanız anlatın, bunu anlayamaz.
Çocuk, cinsel haz diye bir haz olduğunu, bu hazzın, yemek
içmek hazzından tamamen farklı olduğunu ve bu hazla karşılaştıramaz derecede
yoğun olduğunu anlayamaz. Cinselliği algılayamayan çocuk için kesinlikle bu
konunun anlaşılması imkânsızdır. Çocuk, yemek içmek ve oyun dışında hiçbir haz
tanımıyor. Dolayısıyla bu bağlamda ona anlatabileceğimiz tek şey, cinselliği
bal tadına benzetmektir. Oysa cinsel haz ve balın tadı tamamen farklı iki
hazdır ve kesinlikle karşılaştırılamazlar.
İnsanın Ruhsal İhtiyaçları ve Bu İhtiyaçların Görünmez
Evreleri
İnsanoğlu, buraya kadar değindiğimiz değişim ve evreler
dışında insana farklı şekillerde kendini gösteren diğer evrelerden de geçiyor.
Bu değişim ve evreler en az iki yönden birinci evrelerden farklıdır. Birinci
fark çok hissedilir olmamasıdır. İkinci fark ise insanların ruh hali ve
yeteneklerine göre farklılık göstermesi ve insanlarda farklı şekillerde kendini
göstermesidir. Yemek içmek isteği, oyun isteği ve cinsel istek bütün insan
fertlerinin açıkça hissettiği isteklerdir ve her ne kadar insanlardaki bu
istekler kişiden kişiye farklı olsa da bu isteklerin orta seviyeye yakın bir
seviyesini hemen hemen bütün insan fertleri yaşayarak hissediyor. Ancak
birtakım istekler var ki bazı insanlarda çok güçlü olmasına rağmen diğer bazı
insanlarda yok denecek kadar az ve siliktir. Bu sebeple buradaki istek seviyesi
farkı, birinci gruptaki isteklere göre çok fazladır. Örneğin sanata olan
eğilim, özellikle birtakım özel sanatlarda insanlar arasında çok farklılık gösterebiliyor.
Bu eğilim ve istek kimi insanlarda, bütün hayatlarını etkileyecek şekilde
kendini gösteriyor. Ama aynı zamanda sanatın ne olduğunu algıladığından bile
şüphe edeceğimiz kadar sanata ilgisiz kimi insanlarla karşılaşabiliyoruz.
Bütün insanlar yeşil ormanlara bakarken, denizi seyrederken
ve yüksek dağların girinti ve çıkıntılarını seyrederken bundan haz duyarlar.
Ancak bazı insanlar bu manzaralara bakarken her şeyi unutup kendinden
geçercesine büyük bir haz duyarlar. Bu tür insanlar bazen saatlerce âdeta hiç
göz kırpmaksızın bir çiçeğe veya bir ağaca bakabiliyorlar. Bu eğilim ve istek
bazı insanlarda ise yeni güzellikler yaratmak isteği şeklinde kendini
gösteriyor. Ressamlık, hattatlık, şiir ve edebî metinler yazmak insandaki bu
istek ve eğilimden kaynaklanıyor. Bir şiir dinlerken hiçbir şeyden duymadığı
hazzı duyan insanlar tanıyorum. Kimi insanlar güzel sesten, âdeta kendinden
geçecek kadar etkileniyor. Ama aynı zamanda diğer insanlar bu duyguyu yaşamıyor
ve tabii güzellikler veya sanat konularına aynı ilgiyi göstermiyorlar. Bu
eğilim ve isteği kendinde bulan insanlar içlerindeki bu duyguyu
hissedebildikleri gibi diğer insanlar da bu halleri bu insanlarda
görebiliyorlar.
Geçici ve Kalıcı Eğilimler
İnsandaki istekler ve eğilimler konusundaki diğer bir husus
ise bu eğilimlerin süre olarak farklı olmasıdır. Birtakım eğilimler insan
hayatının tamamında kendini gösterdiği halde diğer bir takım eğilimler insanın
tekâmül seyrindeki sadece bir zaman dilimine özgü olabiliyor. Bu tür eğilimler
bu süre sonunda tamamen unutulur ve artık insan bu yönde bir istek hissetmez.
Çocukça oyunlara olan eğilim, bu bahsettiğimiz ikinci tür eğilimlerdendir.
İnsanoğlu hayatının çocukluk döneminde kendi yaşına uygun oyunlar ve oyun
araçlarına oldukça büyük bir ilgi duyar. Ancak ergenlik çağına yaklaştıkça bu
tür şeyleri bir kenara bırakır ve düne kadar gözü gibi baktığı oyuncaklarına
dönüp bakma isteği bile duymaz.
İnsandaki birtakım eğilimler vücut ve organlarıyla pek
ilintili değildir ve bu eğilimlerin filizlenmesi, yoğunluk kazanması veya sönük
hale gelmesi kişinin yaşlı veya genç olmasıyla, kilolu veya zayıf olmasıyla
ilgili değildir. Bu tür eğilimlerin bir bölümü kimi durumlarda kişinin
yaşlanması ve fiziki güç kaybı yaşamasıyla daha da yoğunlaşıyor ve daha bir
güçlü hale geliyor. Örneğin ‘saygı görme isteği’ bu türden bir eğilimdir.
İnsanoğlu yaratılışı itibarıyla diğer insanların gözünde değerli olmaktan ve saygı
görmekten hoşlanır. İnsandaki bu saygı isteği insanın kulağı, gözü, eli, ayağı,
cinsel organı veya herhangi bir diğer organlarıyla bağlantılı değildir.
İnsanoğlu, hangi yaşta olursa olsun yüce bir şahsiyete sahip olmaktan hoşlanır
ve diğer insanların saygısını kazanmayı arzular. İnsandaki bu eğilim hiçbir
zaman yaşlanmaz veya unutulmaz ve ölüm anına kadar insanla birliktedir. Birçok
insan ölüm sonrasında iyi anılmak için ve insanlar arasında saygıyla yâd
edilmek için yaşamı boyunca çaba sarf eder. Bu istek ve eğilim, zamanla azalan
değil, aksine yaş geçtikçe artan bir eğilimdir.
Kendiliğinden Filizlenen ve Kendiliğinden Filizlenmeyen
Eğilimler
Buraya kadar bahsettiğimiz eğilimlerin ortak özelliği,
insanın herhangi bir çaba göstermesine bakmaksızın kendiliğinden açığa çıkıp da
gelişen eğilimler olmasıydı. Şimdi burada soruyoruz kendimize; acaba insandaki
bütün eğilimler bu türden midir? Acaba insanda kendiliğinden gelişmeyen ve
filizlenip de gelişmesi için insanın çaba harcamasını gerektiren eğilimler de
var mıdır?
Bu sorunun cevabı evettir. İnsan, ancak çabayla gün yüzüne
çıkarabileceği birtakım potansiyellere sahiptir. İnsandaki bu potansiyel
eğilimler, yapı itibarıyla ancak insanın çabasıyla kendini gösteren
eğilimlerdir. Bu türden eğilimler için ‘aşk’ eğilimini örnek gösterebiliriz.
Edebî eserlerde, şiir, roman veya hikâye kitaplarında büyük aşklar yaşayan
insanlar okumuşuzdur. Belki siz kendiniz bile bu durumu bizzat yaşamışsınızdır.
Aşk, bir insanın diğer birine güçlü bir şekilde bağlanması ve sevdiğini,
kendisine gülümser şekilde görmek arzusu taşımasıdır. Âşık olan bir insan
sevgilisinin gülümsemesini gördüğü zaman âdeta dünyadaki her şeyi elde
etmişçesine sevinir. Sevgilisinin üzüntüsünü gördüğünde ise bütün dünya gözünde
kararır.
İşte çok silik bir şekilde insanda kendini gösteren bu
eğilim, ancak onunla ilgilenen insanlarda güçlü bir eğilime dönüşebiliyor.
İnsan, bu eğilimin peşinden gittiği ölçüde bu eğilim de büyür; bu eğilime
meydan verdiği ölçüde bu eğilim de güçlenir. İnsan, sevgilisini düşündükçe, onu
hayal edip güzelliklerini aklında canlandırdıkça, sevgilisinin aşkı da aynı
ölçüde kalbinde büyür ve aşk ateşi kalbini sarmaya başlar. Ancak insan, içinde
bulduğu bu eğilime meydan vermezse, aklını ve kalbini meşgul eden bu eğilimi
bilinçli bir şekilde söküp atmak isterse veya günlük sorunlar ve meşguliyetler
insanı bu eğilimden alıkoyarsa zamanla bu eğilim de güçsüzleşir ve sönüp gider.
Dolayısıyla insanda kendi kendine büyüyen eğilimler olduğu
gibi büyük ölçüde insanın katkısıyla büyüyen eğilimlerin olduğunu da
söyleyebiliriz. İnsan dilerse bu eğilimlere meydan verip büyümesini
sağlayabilir veya önünü alıp büyümesini önleyebilir.
İrfânî Eğilimler Kendi Kendine Gelişen Eğilimlerden
midir?
Burada kendimize soruyoruz; acaba insandaki irfân eğilimi,
kendi kendine gelişen eğilimlerden midir? Yoksa gelişmek için insanın özel
çabasını gerektiren türden eğilimlerden midir?
Dini öğretiler ve büyük zatların söyleyip de büyük
düşünürlerin onayladığı veriler, insandaki birtakım ilk başta kendisinin bile
tam olarak algılayamadığı ve çabalarla gelişim kaydettiği eğilimlerin varlığını
onaylıyor. İnsan, ilk başta bu eğilimleri tam olarak algılayamıyor ve ne
olduğunu tam olarak anlayamıyor. Bir şeyin peşinde olduğunu, bir şeyi
kaybettiğini hissediyor; ancak ne olduğunu, kim olduğunu ve nerede olduğunu
bilemiyor. Kendisinde bir ihtiyaç hissediyor; ancak neye ihtiyaç duyduğunu veya
kime ihtiyaç duyduğunu tam olarak algılayamıyor. İşte bu, kulluk içgüdüsüdür.
İnsan her ne kadar fıtrî olarak ve yaratılış itibariyle Allah’ı arayan bir
varlık olsa da kendisi tam olarak bu eğiliminin bilincinde değildir. İşte bu
eğilim bazen kendisini gösteriyor; ama ne yazık ki kısa bir süre sonra bir
hicap perdesi onun güzel yüzünü örtüyor ve insan bu eğilimini unutuyor. Hepimiz
arada bir kalbimizin derinliklerinden esip de ruhumuzu okşayan bir esinti
hissederiz. Ancak çoğu zaman maddi ve manevî birçok engel bu esintinin önünü
kesiyor ve dünyevi kirlilikler bu esintiyi solumamızı engelliyor.
İçimizdeki bu gizli eğilimi uyandırıp, canlılık kazandırıp
güçlü bir hale getirmek istiyorsak büyük bir azim ve gayretle çalışmalıyız. Bu
eğilimi kendimizde uyandırdıktan sonra ise maddi ve dünyevi eğilimlerimiz
içinde kaybolup gitmemesi için, hayvani isteklerimizin altında ezilmemesi için,
ona özenle bakmalıyız, onu gözümüz gibi korumalıyız ve ilgi odağımız haline
getirmeliyiz.
Elimizdeki bir takım deliller şunca insanın içinde, çok az
da olsa birtakım insanların çocukluk döneminde çok güçlü bir kulluk içgüdüsüne
sahip olduğunu, bu insanların hızla bu içgüdülerine canlılık kazandırıp
yetişkin bir eğilim haline getirdiklerini, sevgililerini tanıdıklarını ve onu
tanımak yolunda bilinçli bir şekilde büyük gayret sarf ettiklerini gösteriyor.
Bu tür insanlar istisnai insanlardır. Bu insanlara ‘peygamber’ veya ‘veli’
diyoruz. Şu anda bile bu tür insanlar var olabilir. Bu tür insanların bir
bölümü, doğum anında bile bizim algılayamadığımız birtakım şeylerin
farkındadırlar veya anne karnındayken bile birtakım konuları algılayabiliyor
veya dile getirebiliyorlar.
Bu tür olayların benzerlerini diğer alanlarda gördüğümüzde
ise bu olayların gerçekleşmiş olabileceğine daha fazla inanmaya başlıyoruz. Üç
yaşındaki bir çocuğun, on dört, on beş yaşındaki çocukların bile öğrenmekte
güçlük çektiği konuları rahatlıkla öğrenebildiği haberini şu yaşadığımız
dönemde duyuyoruz. Dört yaşındaki bir çocuğun bütün Kur’an’ı ezberlediğini
duyuyoruz. Yaşadığımız asırda bu yönüyle öne çıkan kişi, bütün Kur’an ve
Nehcü’l-Belaga’yı çok küçük yaşta ezberleyen Dr. Muhammed Hüseyin
Tabatabaî’dir. Bu çocuğun beyin yetenekleri bütün insanları hayrete
düşürmüştür. İşte zaman zaman ortaya çıkan bu tür insanlar Allah’ın birer
alametidir ve varlıklarıyla, Allah’ın, diğer sıradan insanlardan daha üstün
yeteneklere sahip insanlar yarattığını gösteriyorlar.
Bu gibi istisnai durumlar elbette ki üzerinde çok
duracağımız konular değildir. Burada kendimiz gibi normal yeteneklere sahip,
sıradan eğilimler taşıyan insanlardan bahsediyoruz. Biz ve bizim gibi sıradan
insanlar, içimizde bizi Allah’a ve manevîyata yönlendiren gizli bir eğilim
hissediyoruz. Ancak işin başında bu, bizim için pek de açık bir eğilim değildir
ve bu eğilimin net bir şekilde ortaya çıkması için çaba harcamamız gerekiyor.
Bu süreç sonrasında ise bu eğilimin filizlenmesi ve iyice gelişmesi bizim çaba
ve gayretimize bağlıdır. Yani sonuçta her halükarda bu eğilimin gelişmesi ve
kemale ermesi bizim göstereceğimiz çabaya bağlıdır ve kendi kendine gayri
ihtiyari olarak gelişmeyecektir.
Ahlak konusu genel olarak ve irfân veya seyr u sülük konusu
irfân ve ahlak üstatlarının tanımladığı şekliyle, işte bu tür bir konu
üzerinedir. Ahlak, irfân ve seyr u sülûkun temelini oluşturan esas, insanın
ulaşabileceği kemal hali üzerinedir. Ancak her şeyden önce bu kemalin
algılanması, bizim yapmamız gereken iştir. Sonraki adımda ise bu yönde adım
atmak ve bu eğilimin doyumu için çaba harcamak, insanın kendi istek ve
iradesiyle yapması gereken iştir. Bütün peygamberler ve vasilerin bütün
çabaları nihayette insandaki bu eğilimi uyandırıp zirveye vardırmak içindir. Bu
gerçeği bilmek, bu eğilimin ne denli değerli ve paha biçilmez olduğunu anlatmak
için yeterlidir.
İnsandaki En Temel Eğilim Olarak İrfan
İnsandaki bu eğilimin, temel eğilim olduğunu, önemini ve
üstünlüğünü algılayabilmek için şunlar üzerine düşünmeliyiz; evet, peygamberler
toplumu adalete ulaştırabilmek için ayaklandılar. Evet, peygamberler zalimlerin
zulüm elini mazlum insanların üzerinden çekmek için geldiler. Evet,
peygamberler, insanlara Allah’ın kelamını ve hikmeti öğretmek üzere
peygamberliğe seçildiler. Evet, peygamberler sosyal, ekonomik, siyasî, askerî,
hukukî, medenî ve sağlıkla ilgili birtakım hükümleri insanlara sunmuşlardır.
Ancak şu söylediklerimiz, peygamberlerin aslî görevleri olarak düşünülmemelidir
ve peygamberlerin nihai hedefi olarak algılanmamalıdır. Bu tür bir düşünce
kesinlikle yanlıştır. Bütün bu saydıklarımız birer ön hazırlıktır ve orta
hedefler olarak görülmelidir. Nihai hedef ise başka bir şeydir.
Kesinlikle toplumlar adalet ilkesi üzerine kurulmalıdır,
zulüm tamamen kalkmalıdır, herkes hak ettiğine ulaşmalıdır, insanlar arasındaki
sosyal ve insani bağlar sağlıklı hale gelmelidir ve toplumdaki insanlar her
yönden sağlıklı bir hayata sahip olmalıdırlar. Ancak bütün bunlar niçin
olmalıdır? Bütün bunlar olmalıdır, insanlar gerekli ruhi ve manevî yükselişi
yakalayabilsinler diye, bütün bunlar olmalıdır, insanlar nihai hedeflerine yani
‘kurb-i ilahi’ye (Allah’a yakınlaşmaya) ulaşabilsinler diye.
İran İslam Devrimi Lideri merhum Ayetullah İmam Humeynî
defalarca konuşmalarında bu gerçeğe işaret ederek bu devrimin ve adalet üzerine
kurulu bir devlet oluşturmanın nihai hedef olmadığını, aksine bütün bu
yapılanların, insanların daha fazla rablarıyla tanışabilmesi için birer mukaddime
olduğunu vurgulamışlardır. Ahlak, irfân ve ‘seyr ü sülûk’un doğru açıklaması
ise insanın içinde taşıyıp da kendisini Allah’a yönlendiren güç ve yeteneği,
kendi çabasıyla ve bilinçli bir şekilde doğru yöne yönlendirip
güçlendirmesidir. Dolayısıyla gerçek irfânı, “bir insan için düşünülebilen en
yüce makama varmak için gösterilen çaba” olarak tanımlamalıyız.
ehlibeytalimleri