Daha sonra bu akıma paralel bir akım çıktı. Halkla
bütünleşmek ve halktan kopmama kaygıları baş gösterdi. Cumayı tümden terk etmek
uygun değildi. Ancak devletten bağımsız mekanlarda ve bağımsız İmamlarca
kılınması gerekiyordu.
Devlet de boş duracak değil tabi ki bunları legaliteye
çekmek için güç dahil her yöntemi uyguladı. 28 Şubat sürecinde, devletin
gözetimi dışındaki tüm cami ve mescitleri cemaatlerin tebliğ ve propaganda
mekanlarından çıkarttı. Tümüyle Sünni olan camialarda yapıldı bu işler. O
süreçte başlayıp hala devam eden uygulamalara göre, hangi cemaate ait olursa
olsun, 20m kadar bir oda bile olsa mescid olarak kullanılan her yere Diyanet
tarafından İmam atandı. Diyanetin bu memuru tarafından o mekanlar kontrol
altına alındı. Tarikat ve cemaatler de kendi kurslarında kendi hassasiyetleri
doğrultusunda yetiştirdikleri din görevlilerini, devletin okulları olan İmam
Hatip liselerine ve İlahiyatlara gönderip dışarıdan okumak suretiyle diploma
almalarını sağladı. Bu diplomalarla yine Diyanetin açtığı İmam-Hatiplik
sınavlarında İmam olmayı hak edenler, özel cemaat mescid ve camilerine
diyanetin ataması suretiyle gelip tebliğilerini sürdürdüler. Cemaatler bu yolla
sorunu çözmüş oldular. Çünkü Sünni fıkıhta Şia’da olduğu gibi devletten maaş
almak adaletten düşürmüyor, zaten böyle
bir adalet şartı da yok cemaat imamı olmak için. Artık kalp ve akıl olarak
cemaate, cep ve itaat olarak devlete bağlı imamlar, zaten devletle didişmeyi
caiz ve gerekli görmeyen Sünni cemaatlerle geçinme konusunda da sorun
yaşamamakta.
Ancak Şii Camiada böyle değil. Her ne kadar adlarına Caferi
deyip resmi ve toplumsal arenada, 4 mezhebin yanında bir mezhep gibi durmaya
çalışsa da Şiiler fıkıhlarındaki kurallar nedeniyle sık sık bu konuda sorun
yaşıyorlar. Şia fıkhına göre siyasi
otoriteden maaş alan bir imam adaletten düşerek cemaate namaz kıldırma
ehliyetini kaybeder. Arkasında da cahil birkaç kişi dışında namaz kılacak
cemaat bulamaz. Gerek bu korku gerekse dini inançları nedeniyle Şii Camiada
hocalar kolay kolay diyanete bağlı olamaz, olsa da bunu ifşa edemez.
Şii hocaların maaşları Humus sisteminden ödenir, bu konu ise
Müctehidlerin kontrolüyle yürür. Şia tarihi boyunca tebliğ ve temsil
görevlilerine yönelik bu bağımsız ekonomik düzenleme sayesinde özgür bir mektep
olmayı başarmıştır. Her ne kadar siyasi otorite tarih boyunca sürekli olarak onları maaşa bağlayıp kontrol
altına almaya çalışsa da bunda istisna ve bireysel örnekler dışında başarılı
olamamıştır.
Şia’nın Masum 12 Ehlibeyt İmamları (a.s) vasıtasıyla Peygambere kesintisiz olarak bağlandığı, oradan da Allah’a dayandığı şüphe götürmez bir gerçektir. Allah da bu ilahi İmamet sistemini, Gadir-i Hum’da son kez ilan ettirerek dinin artık yıkılmaz, satın alınamaz, bozulmaz İmamet sistemiyle kıyamete kadar yaşayacağını buyurmuştur. (bkz Maide 67, 3)
12 Ehlibeyt İmamı (a.s)’ın siyasal tavırları ve toplumsal konumlarına
baktığımızda zamanın tağutlarıyla sürekli gerginlik yaşadıklarını, onları asla
meşru görmediklerini görüyoruz. Zamanın iktidarları İmamlara (a.s) her tür
ekonomik ve toplumsal ambargoyu uygulamışlardır. İlk ekonomik ambargo İmam Ali
(a.s)’ın mutahhar eşi Fatıma (s.a)’nın elinden Fedek’in alınması yoluyla
olmuştur. Halife Ebubekir, Ehlibeyt’in her tür giderlerinin hilafet bütçesinden
bizzat kendisi tarafından karşılanacağını söylemesine rağmen, Fedek’e el
konulmasını kabul etmeyen Hz. Fatıma (s.a) Halifeyle köprüleri atmış ve yaşamı
boyunca onunla konuşmamıştır.
Ehlibeyt İmamlarından zamanın halifelerini ve siyasal
düzenini meşru görecek, onları övecek, benimsemeyi emredecek bir söz görülmüş
duyulmuş değildir. Tersine Şiilerini şiddetle tağuti yönetimlerden uzak
tutmuşlar onun hükümlerine muhtaç olmayacakları bir toplumsal yaşam
geliştirmenin mücadelesini vermişlerdir.
Şii Müctehidler de bu tavrı eksiksiz olarak örnek aldılar ve
sürdürdüler. Bu yüzden bir çoğu tıpkı 12 Masum (a.s) gibi şehit edildiler. Şia’yı
korumada tam yetki ve otorite sahibi Masumlarla Müctehidler (Allah’ın selamı
onların üzerine olsun) böyleyken aynı onurlu tavır, Şii alimler tarafından da
tam olmasa da takip edildi denilebilir. Ancak Türkiye’de son yıllarda kabul
edilemez sebeplerden (siyasilerle ve otoritenin
emrindeki kurumlarla içli dışlı olmak vb) dolayı bu saf, net çizgiyle
uyuşmayan bazı örneklere maalesef tanık olunmaktadır.
Her ne kadar Diyanetten maaş almamanın sebebi olarak
özgürlüğün kısıtlanması ve siyasal otoriteye muhtaç kalınması gösterilse de
hali hazırda bazı Şii cami hocaları genellikle yersiz ve kabul edilemez korku
ve kaygılarla zaten otoriteyle gönüllü olarak iç içe girmiş bulunuyorlar.
Görevleri olmadığı halde halka otoriteyi kutsal göstermek, ırkçılığa teşvik, vatan
millet bayrak gibi simgeleri dini değerler olarak kabullendirmek, kutsal saymak bakımından Sünni ulemadan hiç de farklı
değiller.
Tanık olunan gidişatın
tehlikeli olan yanı ise, bu kişisel basiretsiz duruşların maslahat adı
altında camiaya dinin, mezhebin görüşüymüş gibi lanse
edilmesi ve masum imamların duruşunu hatırlatanların fitneci, asi olarak tanımlanmasıdır.
Sünni camiada devleti eleştiren ve yöneticilerin icraatını yanlış
bulanların bizzat din adamlarının dilinden, cami minberlerinden vatan haini ilan edilerek susturulma
siyaseti, Şii camiada da takındıkları
tavırların gelecekteki sonuçlarını
göremeyen bazı hocalar aracılığıyla denenmektedir.
Bu sakat gidişatın tezahürlerinden biri de seçim dönemlerinde kendini ortaya koyar.
Hocalardan bazıları sanki dini
vecibeymiş gibi adayları kabul eder,
onların vaatlerini dinler,
toplumun sözcülüğüne soyunur,
daha kötüsü bazı bölgelerde ise sanki mezhebin varlığı şucu veya bucu parti adayının kazanmasına
bağlıymış gibi oy toplama seferberliği başlatırlar. Halbuki bizden diye meclise
gönderilen milletvekili kendi partisinin emrinden dışarı çıkamaz ve bir
defa olsun yukarıda açıklanan temel dini kaygıları anlatma, açıklama zahmetine
bile katlanmaz. Buna rağmen bir dahaki
seçimde yine aynı terane aynı çevrelerce tekrarlanıp durur.
Hal böyleyken kişisel, grupsal didişmeler nedeniyle bir Şii
molla diyanete bağlanmaya kalksa o zaman önceki uzlaşmacı duruşlar unutulur
ve Şii camiada, Şia geleneğinde bu olmazmış, yok bu alimin
özgürlüğünü elinden almakmış, yok din
adamı devletin tekeline siyasal otoritenin güdümüne giremezmiş! Bunlar
kesinlikle doğru duruşlar, kimse buna itiraz edemez. Pekala seçimlerde farklı partilerle işbirliğine girmek Şia
geleneğinde var mıymış? Hukuki, anayasal bir hakkı kendi çerçevesinde çözmek varken güçlülere, siyasilere tevessül etmek, ilgisiz
kurumlara koşmak var mıdır? Yoksa bazıları
mezhebi, mektebi kendi maslahat anlayışlarına göre mi tefsir ediyorlar?
Ali Mert