Konuyu 33 Gün Savaşı'nın gerçekleşmesine yol açan ortam
ve şartlarla başlatmak istiyorum. Bu savaş Amerika'nın bölgeye askeri olarak
dâhil olmasından, Afganistan ve Irak işgallerinden yaklaşık beş yıl sonra
gerçekleşti. Bu esnada Amerika Irak'ta birçok sorunla pençeleşmekteydi ve
Amerika'nın Yeni Ortadoğu Projesi'nin uygulanması pek çok problemle yüz yüze
gelmişti. Fakat birden oyun sahasının değiştiğini, bu projenin uygulanması için
Lübnan'ın seçildiğini ve 33 Gün Savaşı'nın vuku bulduğunu gördük. Bunun sebebi
neydi?
Bismillahirrahmanirrahim. Şehidlerin Serveri Hüseyin b.
Ali'nin (a.s.) şehadet günlerindeyiz, hepinize tesliyetlerimi arz ediyorum. 33
Gün Savaşı'nın bir dizi gizli etkeni vardı, bunlar savaşın gerçek
nedenleriydiler. Bir de o gizli hedefler için bahane olan zahiri sebepler
mevcuttu. Elbette bizim Siyonist rejimin hazırlıklarına dair istihbaratımız
vardı fakat düşmanın ani bir sürpriz saldırı gerçekleştirmek istediği bilgisine
sahip değildik. Savaş başladıktan sonra iki konuyla ilişkili olarak, sürpriz ve
hızlı bir savaşla Hizbullah'ı yok etmek istedikleri sonucuna vardık. Fakat
savaş biri bölgeyle diğeri de Siyonist rejimle ilgili olan iki önemli hadiseyle
alakalı şartlar altında gerçekleşti. Bölgesel bağlamda Amerika 11 Eylül
hadisesi nedeniyle bölgemizdeki askeri varlığını aşırı bir şekilde artırmıştı
ve bunun benzerine niceliksel olarak neredeyse sadece İkinci Dünya Savaşı'nda
tanık olunmuştu. Nitelik olarak ise o dönemde de böylesi söz konusu değildi.
Saddam'ın 1991 yılında Kuveyt'e saldırması ve bunun ardından
ABD'nin hamlesi ve Saddam'ın yenilgisinden sonra Amerikan güçleri bölgemize
iyice yerleşti. 11 Eylül'den sonraysa, Amerika'nın Afganistan ve Irak'a yaptığı
iki ağır saldırı nedeniyle Amerika'nın silahaltındaki güçlerinin yaklaşık %40'ı
doğrudan bölgemize girdi. Ardından bu süreç içerisinde yapılan değişiklikler ve
intikaller nedeniyle yedek kuvvetlerini ve ulusal muhafızlarını da sahneye
çektiler. Yani iç ve dış kuvvetleri olmak üzere Amerikan ordusunun yaklaşık
%40'ı bölgemize girmiş oldu. Dolayısıyla sayıca çok büyük bir mevcudiyet
kazandılar ve sadece Irak'ta 150 binden fazla askerleri vardı. 30 binden fazla
Amerikan askeri de Afganistan'da idi. Bu sayıya Afganistan'daki yaklaşık 15 bin
müttefik askeri dâhil değildi.
Kısacası 200 bin kişilik özel eğitim görmüş bir güç
bölgemizde, Filistin'in yanında konumlandı. Bu mevcudiyet Siyonist rejim için
tabiatıyla bazı fırsatlar doğurmaktaydı, yani Amerika'nın Irak'taki varlığı Suriyelilerin
ülkelerindeki hareketlenmelerine engeldi. Suriye devleti için de tehdit
sayılıyordu, aynı şekilde İran için de tehdit olarak değerlendiriliyordu.
Dolayısıyla 2006 Savaşı'nda (33 Gün Savaşı) Irak coğrafyasına bakarsanız,
Irak'ın bağlantı halkası mihver bir ülke, direnişin ana ülkesi olduğunu
görürsünüz. Amerika yaklaşık 200 bin kişilik silahlı gücüyle, yüzlerce uçak,
helikopter ve dahası binlerce zırhlı ekipman ile önümüzde bir bariyer icat
etmiş oldu.
Amerika'nın bölgedeki bu askeri varlığı Siyonist rejime bu
durumdan yararlanması ve girişimde bulunması fırsatı veriyordu doğal olarak.
Şöyle ki bu azamet İran'ı ve Suriye'yi korkutup durdurmada etkili olacaktı ve
bu iki yönetim karşılık veremeyecekti. Siyonist rejim bu tasavvuruna binaen,
özellikle de ABD'de iktidarda olan hükümeti, yani ani karar veren aşırılıkçı
Bush yönetimini ve Beyaz Saray'a hâkim, Siyonist rejim yanlısı ekibi göz önüne
alarak savaş başlatmak için fırsatı uygun görmüştü. Dolayısıyla bu savaşın asıl
nedeni, Siyonist rejimin Amerika'nın bölgedeki askeri varlığından, Saddam'ın
düşüşünden ve Amerika'nın başlangıçtaki Afganistan zaferinden ve bölgede
doğurduğu ağır korkudan yararlanmak istemesidir. Hatta Amerika bölgede ve
dünyada kendi politikalarına muhalif siyasi grupların geniş bir bölümünü
terörist gruplar olarak tanımlamıştı. Siyonist rejim bu durumdan istifade etmek
istiyordu ve bir yıldırım savaşı için en iyi fırsatın doğduğunu düşünüyordu.
Zira bu rejim 2000 yılında Hizbullah tarafından mağlup edilmiş, Lübnan'dan geri
çekilmiş daha doğrusu firar etmişti. Tekrar Lübnan'a dönmek istiyordu, fakat bu
defasında işgali değil de Güney Lübnan'daki demografiyi değiştirmeyi
hedefliyordu.
Elbette bu mesele, yani asıl niyetlerinin Lübnan'daki
demografik yapıyı tamamen değiştirmek olması, savaş sırasında, aşağı yukarı
savaş başlar başlamaz belli olmuştu. Yani Güney Lübnan'daki kuvvetlerin ya da
halkın Hizbullah ile mezhebi bir ilişkisi olan bölümünün mülteci olarak
Lübnan'dan çıkmasını istiyorlardı. Rejim 1948 yılından sonra Filistinlilere
yapılan planın benzeri Güney Lübnan'da da uygulansın, aynı proje Güney
Lübnan'daki Şiiler için de gerçekleşsin ve onlar da Filistinlilerin başına
geldiği gibi Lübnan, Suriye ve Arap dünyasının diğer noktalarındaki kamp ve
çadırlara dağılsınlar istiyordu. Bu proje sonucunda Yasir Arafat bile
Lübnan'daki üssünü Tunus'a taşımak zorunda kalmıştı ve gerçekte Siyonist rejim
Filistin komutasını mülteci hale getirmişti. Aynı zihniyet Lübnan Şiileri için
de geçerliydi. Savaş öncesi şartların açıklanmasından savaşa girdim ki bu konu
tamamlansın.
Amerikalılar ve İsraillilerin iki önemli ifadeleri var.
Savaşın başlarında Bush çok aptalca cümleler sarf etti ve kendi seviyesiyle
münasip olan bu sözleri tekrarlamama gerek yok. Bunun daha terbiyeli biçimini
(Condoleezza) Rice söyledi. Güney Lübnan'daki katliamlar ve çığlıklar zirveye
ulaştığında ve teknolojik sarhoşluğun nihai noktasındaki bombardımanlar vuku
bulduğunda, -öyle ki istedikleri her yeri teknolojik dakiklikle vurup yok
ediyorlardı- Kana katliamını hazmettikten sonra Rice bu ifadeyi kullandı. O,
uçaklar altındaki çocuk ve bebeklerin, kadınların, günahsız insanların
çığlıklarını şu alçakça sözlerle, “Bu Yeni Ortadoğu'nun doğum sancısıdır”
benzetmesi yaparak tanımlamıştı. Büyük bir hadisenin doğum çığlıkları…
Dolayısıyla bu ifadeler de büyük bir projenin varlığını göstermektedir.
Fakat Siyonist rejimle ilgili başka bir nokta daha vardı.
Rejim Filistin'de birkaç geminin eşlik edeceği büyük bir kamp inşasını
planlamıştı. Lübnan'dan istediği kadar insanı alıp önce Filistin içinde 30 bin
kişilik bir kampa nakledecek ve sonra da insanları ayırmaya başlayacaktı.
Sıradan insanları diğer ülkelere yollayacak ve kendilerine göre suçluları ya da
Hizbullah ile örgütsel bağları olanları tutuklayacaklardı. Bu yolculuk için bir
de gemi ayarlamışlardı. Bu nedenle bu aşamadaki savaş kurunun yanında yaşı da
yakan önceki savaşların aksine büyük bir teknolojik dikkatle yürütüldü. Yani
onlar tek bir taifeyi hedeflediler, ilk önce Hizbullah'ı hedef almaya
çalıştılar ama sonrasında hedeflerini genişleterek Güney'deki demografik
değişimi tam olarak gerçekleştirmek için Güney Lübnan'daki tüm Şiilere
yöneldiler. Ardından kendileri de bunu hedeflediklerini itiraf ettiler. Yani
başta Olmert dedi, sonrasında savunma bakanı ve genelkurmay başkanları “Biz bu
savaşı sürpriz bir şekilde başlatmayı hedefliyorduk ve eğer bu beklenmedik bir
şekilde gerçekleşseydi Hizbullah'ın ana kadrosu geniş bir hava saldırısı
sonucunda ortadan kalkacak ve Hizbullah örgütünün %30'dan fazlalık bölümü ilk
aşamada ciddi bir darbe alacaktı” dediler. Sonraki aşamalarda da tamamen yok
etme peşindeydiler.
Özetle daha önceden planlanmış bu saldırı geçmişteki
savaşların tümünden farklıydı ve izlediği yol Hizbullah gibi bir örgütle savaş
yolu değildi. Hedefi Lübnan'daki bir taifeyi söküp atmak ve başka bölgelere
sürgün etmekti. Başka bir ifadeyle düşman zaferiyle şu sonucu elde etmek
istiyordu: “Hizbullah'tan sonsuza kadar kurtulmak!” Hizbullah'tan kurtulmanın
şartı da Lübnan halkının sadece güneyde değil Bekaa ve kuzey Lübnan'da yaşayan
önemli bir kısmından kurtulmaktı.
Çok dikkat etmemiz gereken başka bir nokta da Arap
ülkelerinin böylesi bir savaşta İsrail'i korumaya eğilim göstermeleri,
Hizbullah'ın ve Şiilerin Güney Lübnan'dan sökülmesine razı olmalarıydı.
Siyonist rejim en üst düzeyde yani başkanları Olmert ağzıyla bu meseleyi ilan
etti ve “Arap ülkeleri bir Arap örgütüyle savaşımızda bizi ilk kez destekledi!”
dedi. Elbette Arap ülkeleri derken kastı bunların tamamı değildi, daha çok Fars
Körfezi havzasındakiler ve en başta da Âl-i Suud rejimiydi. Elbette doğal
olarak Mısır'ı da içeriyordu ama o dönemde bazı istisnalar olduğunu da
söyleyebilirdik. Irak idareden yoksundu ve o dönemde ülkenin başında Amerikalı
bir asker vardı. Dolayısıyla Irak'ın yönetimi Amerikalıların elindeydi.
Suriye'deki yönetim de Hafız Esad'ın vefatı nedeniyle genç bir hükümetti ve
yeni işbaşı yapmıştı. Her halükarda ilk kez Arap ülkelerinin çoğu bir Arap
örgütü karşısında İsrail'i savunmuştu ve bu Olmert tarafından belirtilen önemli
ve ciddi bir gerçeklikti.
Öyleyse 33 Gün Savaşı'nın gizli hedefleri için üç noktayı
göz önüne almalıyız: İlkin Amerika'nın Irak'taki varlığı ve hâkimiyeti ve
Amerika'nın bölgedeki geniş mevcudiyetinin doğurduğu korkunun oluşturduğu
fırsat. İkinci olarak Arap ülkelerinin Hizbullah'ın ortadan kaldırılması ve
Güney Lübnan demografisini değiştirmede Siyonist rejimle gizli işbirliğine
hazır olmaları. Üçüncü olarak da Siyonist rejimin Hizbullah'tan tam olarak
kurtulmak için bu fırsattan yararlanmak istemesi.
Bu savaşın gizli nedenlerini çok iyi analiz ettiniz. Peki
savaşın açık nedenleri ve bahaneleri nelerdi?
Hizbullah Lübnan halkına Siyonist rejimin pençesindeki
mahpus gençleri ve Lübnanlı esirleri özgürleştirme sözü vermişti. Hizbullah'tan
başka da bu sözü yerine getirebilecek hiçbir güç yoktu. Seyyid Nasrallah
açıklamalarının birinde geçmişte gerçekleştiği gibi Hizbullah'ın Lübnanlı
esirleri kurtarmak için harekete geçeceği sözünü vermişti. Dürzi, Müslüman ya
da Hıristiyan esirleri olan tüm Lübnan halkının Hizbullah'tan başka ümidi ve
sığınağı yoktu. Bugün de yoktur, yani her hadisede Lübnan milletinin bu vahşi
yönetim karşısındaki temel dayanağı Hizbullah'tır. O gün de hem Hizbullah'tan
başka bir dayanak bulunmuyordu, Hizbullah'ın da esir değişimi sağlanması için
girişimde bulunmaktan başka çaresi yoktu. Zira Siyonist rejim diplomasiden
anlamaz. Dili tüm boyutlarıyla şiddet dilidir ve karşısında bu dilden başkasına
dikkat etmez. Araplar karşısındaki tavrı da bu şekildeydi. Dolayısıyla
Hizbullah vaatlerine ya da Lübnan halkının beklentisine olumlu bir cevap vermek
için bundan başka bir şey yapamazdı. Önceki esir değişimlerinde İsrail bazıları
çok genç olan asıl esirleri serbest bırakmaya yanaşmamıştı. Bu ergenlerin uzun
yıllar boyu cezaevinde kalanları gençlik ve orta yaşlık dönemine varmıştı.
Hizbullah aslında ilk değişimlerde dışarı çıkamayan bu kişileri özgürleştirmeyi
vadetmişti. İşte Hizbullah Lübnan halkına verdiği bu sözü yerine getirmek için
operasyon gerçekleştirdi ve başarılı da oldu.
Şehid İmad Muğniye tarafından komuta edilen özel bir
operasyon gerçekleştirildi. Ona ne ad koyayım bilemiyorum! Bugün aramızda
yaygın olduğu şekilde “serdar-komutan” mı desem? Bugün ülkemizde “serdar” ve
“emir” kelimelerini kullanmak adet oldu, fakat Şehid İmad Muğniye bu kelimenin
ötesindeydi. O kelimenin gerçek anlamıyla “komutandı”, savaş sahnesindeki
özellikleri Malik Eşter'e en çok benzeyen şahıstı diyebilirim belki de! Ben
Emirülmüminin'in (a.s.) Malik'in şehadetinde büründüğü hali, onun şehadetinde de
Direniş'te görüyordum. Malik'in şehadetinde İmam Ali'yi (a.s.) olağanüstü bir
hüzün ve keder sarmıştı, bir ifadeye göre minberde ağladı ve “Ne Malik'ti! Eğer
dağ olsaydı yüce ve büyük bir dağ olurdu, taş olsaydı kırılmaz, sert bir taş
olurdu! Bilin ve Allah'a and olsun ki ölümün ey Malik, bir âlemi viran etti ve
başka bir âlemi de mutlu kıldı! Ağlayanlar Malik gibi birisine ağlasınlar!
Malik gibi bir yardımcı görülür mü artık? Malik gibi birisi var mı? ...” dedi.
Emirülmüminin'in (a.s.) “Malik'in benimle durumu benim Resûlullah (s.a.a.) ile
olan durumum gibidir!” cümlesi çok önemlidir.
İmad'ın meselesinde de durum aynıydı. İmad'ın Direniş'le
ilişkisi arz ettiğim bu özelliklere sahipti. Eğer aramızda yaygın olan bu örfi
sohbetleri geçersek Emirülmüminin'in (a.s) Malik için kullandığı cümleyi bizim
de İmad için sarf etmemiz gerekir. İmad işte böyle bir şahsiyete sahipti.
İmad, pek çok zorlu sahnenin idaresini uhdesine aldığı gibi bu özel operasyonun sorumluluğunu da üzerine almıştı ve onu çok yakından komuta ediyordu. Operasyonu başarılı oldu, İşgal Edilmiş Filistin toprakları içerisinde Siyonist rejimin askeri bir aracını hedef aldı ve içerideki iki askeri yaralı olarak ele geçirmeyi başardı. Operasyonun öncesiyle işim yok, bu operasyon bir günlük bir operasyon değildi, hazırlık aşaması birkaç ay sürmüş ve Siyonist rejim gözlem altına alınmıştı. Operasyonda Direniş'in Seyyidi Hasan Nasrallah, Lübnan Direnişi'nin başkomutanı sıfatıyla bir dizi önlem de almıştı. Hizbullah'ın cihadî sorumlusu ve bu sahnenin yönetmeni İmad Muğniye (r.a.) bu operasyona hazırlık için bazı çok önemli girişimlerde bulunmuştu. Bunlar bahsimizin konusu olmadığı için şimdi bunu ele almamız zorunlu değil. Fakat bu operasyon gerçekte tek değil dört operasyondu, dört ayrı özel operasyon. Biri operasyonun planlanması, ikincisi saldırının mekân ve zamanının teşhisi, üçüncüsü Siyonist rejimin çok yoğun ve geniş bir bölgeye yayılmış yüksek dikenli tellerini aşarak eylem bölgesine ulaşmaktı. Amaç sadece hedefi vurmak olmadığı için sınırı aşmak ve gidip o taraftan esirleri getirmek de gerekiyordu. Dolayısıyla araçtaki tüm askerlerin öldürülmemesi için tüm görevlerin büyük bir dikkatle yerine getirilmesi zorunluydu. Dördüncü olarak da çok süratli olunmalıydı; çeyrek saat, yarım saat değil birkaç dakikada ve saniyeler içerisinde gerçekleşmeliydi. Düşman gelmeden esirleri güvenli noktaya taşımalıydılar. Genelde düşmanın kara çatışmalarında operasyon noktasına varması birkaç dakika çeker, hava çatışmalarında düşmanın ulaşması çok daha hızlıdır. Bu nedenle operasyondan önce şartlar çok dikkatli bir şekilde incelendi. İmad Muğniye'nin özelliklerinden biri de potansiyellere ve ayrıntılara olan dikkatiydi. Genelde operasyonu yakından bizzat idare ettiği için planlamayı da icrayı da üzerine almıştı ve İmad muvaffak oldu.
Devam edecek…