İlliyet (Sebep-Sonuç İlişkisi) Üzerine

GİRİŞ: 07.04.2024 23:12      GÜNCELLEME: 07.04.2024 23:12
Rasthaber -  Olayların tarihî arka planını analitik olarak tahlil edip incelerken, her vakanın başlangıç noktasını kronolojik olarak takip etmek bir zorunluluktur. Olumlu veya olumsuz bir olayın sonucunu görüp, o olaya sebebiyet veren sibakını da görmek durumundayız. Örneğin âlimlerimiz Kûr'ân ayetlerini tefsir ederken, siyak ve sibak kuralına riayet ederler. Kısacası bir olayın sonucuna bakarken sebebine de bakmak zorunluluğu vardır. İlmî olarak buna kronoloji denilmektedir. Bakınız, birçok hadis-i şerifte bize şu gerçek bildirilmektedir: "İyi veya kötü olan bir işte çığır açmak, o olayın ilk başlatıcısı olmak kıyamete kadar o olayla ilintili her hadisede başlatıcının payı vardır. Onun hanesine günahsa günah, sevapsa sevap yazılır." Buna genellikle Âdem aleyhisselamın cinayet işleyen oğlu örnek verilir. Biz şöyle bir örnek vermiş olalım: Yüce dinimiz İslâm biz Müslümanlara yapmamız gereken sorumluluklar yüklüyor, biz buna mukabil inisiyatif kullanarak farklı bir iş yaparsak ve bunu yaptığımız için farkında olmadan toplumsal düzenle alâkalı olması gerekenin dışında fay hattı kırılır ve eksen kayması başlar. Bunun sebebi de yanlış tercih sonucu fay hattının kırılmasıdır. Bu aynı zamanda adaletten sapmadır. Zira adalet, "Bir şeyin olması gereken yerde olmasıdır." Bu olmazsa, zulüm olur ve adaletsizlik her yanı sarar. Kötülüklerin kaynağı ilk başlangıç noktasıdır. Meramımızı somutlaştıracak olursak, yüce dinimiz İslâm'ın bize sunduğu medeniyet tasavvurunun ümmet olarak biz çok uzağındayız. Yani medeniyet bazında biz olmamız gereken yerde değiliz. İslâm medeniyetinden uzak olmamız bir sonuçtur. Şu halde biz bunun sebebine inmemiz gerekmektedir. Hani denir ya, "Nerede hata yaptık?" Evet, biz nerede hata yapıldığını, ilk fay hattı kırılmasının nerede olduğunu bilmek durumundayız. Birileri kendilerini İslâm medeniyetinin mümessili görüp toplumsal düzenin tanzimine ilişkin görev ile ilgili durumdan vazife çıkararak haksız bir şekilde inisiyatif kullanma sonucu İslâm medeniyet tasavvuru yavaş yavaş evrilerek başka kulvarlara, başka mecralara taşınmış oldu. Örneğin, "İslâm bir tanedir, bu bir sürü mezhep, tarikat ve ekoller de neyin nesi?" desek, halkımızın ezici çoğunluğu bize tepki verir. Çünkü mezhepsizliği küfürle eşdeğer görenler var. Oysa din farklı farklı "yanılabilir" insanlardan öğrenilince farklı din anlayışlarının, farklı mezhep, cemaat, tarikat ve ekollerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. İşte illiyet budur. Tarih boyu olduğu gibi bugün de öyle bir duruma gelinmiş ki, "Her grup kendi taraftarları ile öğünmektedir " (Rûm: 32; Mü'minûn: 53) Allah Teâlâ bize birlik olmamızı emrederken, ümmetin büyük ekseriyeti bu buyruğun hilafına hareket etmektedir. Ve alt kimlikler üzerinden birbirlerine dışlayıcı tutum sergileyerek olmadık iftira ve tezviratlarla aralarına uçurumlar koymaktadırlar. Böyle mi olmalıydı? Bizim bu dağınıklığımızı fırsata dönüştüren düşmanlarımız Müslüman beldelere tasallut ederek zenginliklerimizi vantuzlayıp çalmaktadırlar. Rabbimiz bu konuda da uyarıyor. "Birlik olun, eğer birlik olmazsanız gücünüz gider, düşmanınıza karşı zelil olursunuz." (Enfâl: 46) Bu ayet İslâm ümmetinin bugünkü hâlini tasvir ediyor. Tarih boyunca yapılan bir takım maslahat ve ehven-i şer odaklı mantıkla yüce dinimiz bir bütün olarak yaşanmadı. İslâm bir paket programdır ve bir bütün olarak yaşanmalıdır. Doğru olan, olması gereken ehven-i şer ile yer değişmemeli. Olaya bütüncül bakmalı. Bir olgu, bir varlık bütünü ile anlam kazanır. İsviçreli tarihçi Jakob Burckhardt (1818-1897), bakın ne diyor: "Nur das Ganze spricht." (Sadece bütünün anlamı vardır.) Evet, İslâm "efradını cami ağyarını mani" özelliği ve namütenahi yetkinliği ile bölünmez bir bütündür. İslâm parçalanamaz, sentezlenemez ve bir yere eklemlenemez. İslâm yanılabilir insanların inisiyatif kullanarak varsayımlı çıkarsamaları ile şekil almamalıydı. Bu din "mutahhar" (33/33) olan vasî imâmların rehberiyetinde yoluna devam etmeliydi. Beni Said isimli sahabenin çardağında (Sakife'de) Saad Bin Ubâde'yi halife seçme girişimleri eksen kayması ve fay hattı kırılmasının menşei oldu. Saad Bin Ubade'nin halife seçilmesine ilk karşı çıkan Hattaboğlu Ömer olmuştu. Olay farklı anlatımlarla karşımıza çıkmaktadır. Bir grup sahabe arasında şöyle bir konuşma geçiyor: "Muhammed bize Allah'ın elçisi olduğunu söyledi, kabul ettik, namazı, zekâtı, orucu, haccı emretti kabul ettik, bir takım haramlardan bahsetti onları da kabul ettik; şimdi ise damadını kendisinden sonra yerine geçmesi için vasî tayin etti, işte biz bunu kabul edemeyiz." Bu zihniyet ve düşüncenin tezahürü ile Sakife denilen çardakta toplantı yapıldı. Sonra olanlar oldu. Öyle ki, Arap geleneklerinde en yaşlı insan, en bilge insan kabul edildiği için Hazrec kabilesinin kollarından Sâideoğulları’nın reisi Sa'd Bin Ubâde'yi halife seçtiler. Oradan geçmekte olan Hattaboğlu Ömer merak edip yanlarına gidince meseleye muttali oluyor ve hışımla oradan ayrılıp Ebu Kuafeoğlu Ebubekir'i buluyor ve meseleyi kendisine anlatıyor. Sonra hemen olay mahalli Sakife'ye gidip Sa'd Bin Ubâde'nin halife seçilmesine karşı çıkıyorlar. Aralarında tartışama ve gerginlik yaşanıyor. Nerede ise birbirlerine kılıç çekecekler. O esnada Hattaboğlu Ömer Ebubekir'in elini tutup biatını açıklıyor. Bu şekilde Sâ'd Bin Ubâde'nin hâlifeliği iptal ediliyor. Bu müdahaleye istinaden Sâ'd Bin Ubâde ve yanındaki aşiret temsilcileri haklarının gasp edildiği iddiası ile Ebubekir'e biat etmiyorlar. Bu şekilde bağırıp çağırarak Sakife'yi terk ediyorlar...

Sâ'd Bin Ubâde sıradan bir sahabe değildi, aşiret reisi olmakla birlikte bir takım faziletleri olan biriydi. Allah Resulü İmâm Ali'yi vasî tayin etmemiş olsaydı belki de hilafete en uygun kişi Sa'd Bin Ubâde olacaktı. Tarihî literatür onu şöyle anlatıyor: "Sa'd İslâmiyet’i kabul eden ilk Medinelilerden biridir. İkinci Akabe Biatı’na katıldı ve Resûl-i Ekrem’in seçtiği on iki nakib arasında yer aldı. Hazrec’in de ileri gelenlerinden olan ve kabile içerisinde İslâmiyet’in yayılmasında önemli rol oynayan Sa‘d hicretten sonra Hz. Peygamber’in yakın çevresinde bulundu ve önemli görevler üstlendi. Resûl-i Ekrem’in vekili sıfatıyla Medine’de kaldığı Ebvâ, 300 kişilik askerî birlikle Medine’yi korumakla görevlendirildiği Gābe ve rahatsızlığı sebebiyle katılamadığı Bedir hariç bütün gazvelere iştirak etti. Bu arada Ensar'ın sancaktarlığını, Evs ve Hazrec’e ayrı sancak verildiği zaman ise Hazrec’in sancaktarlığını yaptı. Sa‘d, müslüman olduktan sonra hemen her savaşta ordu için deve ve malzeme tedarik etti, muhacirleri devamlı gözeterek onlara evini açtı ve Suffe ehlini doyuranlar arasında yer aldı. Sa‘d’ın Benî Kurayza Gazvesi’nde ordunun yiyecek ihtiyacını karşıladığı ve Benî Nadîr’in Medine’den sürülmesinin ardından ele geçirilen ganimetin tamamının ihtiyaç sahibi muhacirlere verilmesinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Sa‘d, Resûl-i Ekrem’in 'istişarede bulunduğu ve görüşlerine değer verdiği' birkaç sahâbîden biridir.

Resûl-i Ekrem’in vefat ettiği gün Evs ve Hazrec ileri gelenleri Sakīfetü Benî Sâide’de toplanarak Sa‘d b. Ubâde’ye biat ettiler. Fakat bu gelişmeden haberdar olan Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın toplantıya katılması ve Hz. Ömer'in müdahalesi ile durum değişti ve Sâ'd b. Ubâde'nin ilân edilen halifeliği ilga edilerek Hz. Ebû Bekir’e biat edildi. Sa‘d b. Ubâde, Ebû Bekir’e ve Sakīfetü Benî Sâide’de kendisi hakkında ağır sözler söyleyen Hz. Ömer’e biat etmedi, ancak aleyhlerinde herhangi bir faaliyette bulunmadı. Hz. Ömer’in hilâfetinin başlarında onunla yaptığı bir tartışmadan sonra da Medine’den ayrılıp Dımaşk civarındaki Havran’a yerleşti. Ensardan erken dönemde Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen altı kişiden biri olan Sa‘d b. Ubâde (Abdülhay el-Kettânî, I, 186) on kadar hadis rivayet etmiştir."

Sâ'd Bin Ubâde hakkında aktarmış olduğumuz bilgiler böyle. Sonuç olarak Sakife olayı sağlıklı bir şekilde ve analitik olarak incelendiğinde İmâm Ali'nin vasîliğini kabul etmeyip "şûra" sistemine inanan Sünnî cenah Sâ'd Bin Ubâde'ye haksızlık yapıldığı kanaatine varır. Eğer "şûra"ya inanıyorlarsa doğal olarak halifelik "şûra" ile ilk seçilmiş olan Sâ'd Bin Ubâde'ye aittir...

Ehl-i Beyt inancına göre ise ümmet için hayati bir mesele olan vasîlik şuraya bırakılmayıp bizzat Allah Teâlâ'nın emri ile Peygamberimiz vasîlerinin 12 imâm olduğunu ve bunların ilkinin İmâm Ali olduğunu beyan etmişti. Vasîlik değişik vesilelerle birçok kez dile getirilmekle birlikte asıl olarak Gadir-i Hûm'da ilân edilmişti. Allah Resulü "Veda Haccı" dönüşünde Gadir-i Hûm mevkiîne geldiğinde uyarı mahiyetinde şu ayet nazil oluyor: "Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan elçilik görevini tamamlamamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah inkârcılar topluluğunu hidayete erdirmez." (Mâide: 67) Bazı rivayetlere göre Allah Resulü vasîlik ilânını Mekke'de yapacakmış, ancak başta Muaviye'nin en yakın akrabaları olmak üzere Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında İmâm Ali tarafında cehenneme gönderilen çok sayıda Mekke'nin sadece eşrafından değil hemen hemen her aşiretinden insanlar vardı. Mekke halkı tarafından kabul görmeyeceği ve tepki ile karşılanacağı endişesi ile Allah Resulü Mekke'de İmâm Ali'nin vasîlik ilânını erteliyor. Buna istinaden yola çıktığında uyarı mahiyetinde söz konusu ayet nazil oluyor. Allah Resulü'nün endişesinden dolayı ayette, "Allah seni insanlardan koruyacaktır" taahhüdü geçiyor. Ayetin hitamı da oldukça manidar: "Şüphe yok ki Allah inkârcılar topluluğunu hidayete erdirmez." Demek ki, vasîliği inkâr edecekler çıkacak...

Allah Resulü Gadir-i Hum'da 18 Zilhicce günü uzun bir hutbe irad ediyor. Ashabına 23 yıllık risaletinin özetini anlatıyor ve ümmetin bekâsına yönelik nasihatlerde bulunuyor. Özellikle cahileye dönemine geri dönülmemesine ilişkin uyarı mahiyetinde nasihatlerde bulunuyor: "Akrabalık bağlarını gözetin, birlik olun, sakın ola ki cahiliye dönemindeki gibi birbirinizin boynunu vurmayın. Benden sonra yanlış yollara sapmayasınız diye size iki ağır emanet bırakıyorum. Bunların ilk Allah Teâlâ'nın kitabı Kûr'ân-ı Kerim, diğeri ise Kûr'ân-ı Kerim ile benim sünnetimin muhafızı olan Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'im ve Kûr'ân-ı Kerim Kevser Havzı başına varasıya dek birbirinden ayrılmazlar. Bunlara sarıldığınız süre dalalete düşmezsiniz. Size Ehl-i Beyt'imi emanet ediyorum, onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin. Benden sonra size rehberlik edecek olan vasîm İmâm Ali'dir. Benim Ehl-i Beyt'imin imâmları 12'dir. Ümmetime rehberlik edecek onlardır."

Allah Resulü'nün bu açıklamalarından sonra sahabelerden İmâm Ali'yi tebrik edenler oluyor. Rivayetlere göre ilk tebrik eden Hattaboğlu Ömer ve Ebu Kuafeninoğlu Ebubekir oluyor. Tebrik merasiminden sonra şu ayet nazil oluyor.

"Artık bundan sonra kâfirler dininizi yıkmaktan umutlarını kestiler. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim." (Mâide: 3)

Demek oluyor ki, "Hatem'ül Enbiya" (son peygamber) olan Allah Resulü Nübüvvet'in devamı olan "İmâmet" misyonunu Allah Teâlâ'nın emri ile İmâm Ali'ye tevdi etmesiyle din binasının çatısı tamamlanmış oluyor ve bu şekilde ayette belirtildiği üzere din kemâle eriyor.

Ancak ne yazık ki, Sakife toplantısında, "Peygamber vasî bırakmamıştır" denilerek işbaşına "yanılabilir" ve "yanıltabilir" özellikleriyle liyakat sahibi olmayanlar geçti. İlk eksen kayması, ilk fay hattı kırılması böyle başladı. Evet, İslâm'a ilk darbe, Sakife'de vuruldu. İlk karşı devrim Sakife'de oldu. Velâyet ve vasîlik misyonu gasp edildi. Kûr'ân ve Kûr'ân-ı Natık (Konuşan Kur'an) mahcur bırakıldı. "O gün (mahşer günü) peygamber der ki: 'Ya Rabbi bu ümmetim Kûr'ân'ı mahcûr (terk edilmiş) bıraktı." (Furkan: 30)

Maatteessüf ki olay bu. Olması gereken olmayınca bakın sonrasında neler oluyor? Müslümanlar olarak mahşer günü, dünyada iken bütün yapıp ettiklerimizden ve yapıp etmekle mükellef olduğumuz hâlde yapmayıp terk ettiklerimizden hesaba çekileceğiz...

Şu hakikati bilmiş olalım ki, İslâm bize mükemmel bir medeniyet projesi sunuyor. Bu projenin sürdürülebilir özelliği peygamberlik vasıflarından biri olan "mutahhar" (33/33) sıfatına sahip seçkin imâmların ümmete rehberlik etmesiyle mümkündür.

Maatteessüf ki, liyakat sahibi imâmlar işbaşında olmayınca zalimlere alan açıldı. Allah Resulü uyarmıştı. Vasî kim belliydi. Sakife'de buna engel olundu.

Sonraki süreçte ise yönetim tamamen ısırıcı sultanların eline geçti. "Tuleka" statüsünde olmasına rağmen ve "bu kişilere siyasî yetki vermeyin" nebevî uyarıya rağmen ikinci halife Muaviye'yi Şam'a vali tayin etmesiyle Sıffin ve Kerbelâ vakalarına kapı açılmış oldu. Ve sonra tarih boyunca saltanat sistemleriyle ver gelsin zulümler, ver gelsin katliamlar! Böyle mi olmalıydı? Sakife'de atılan ilk yanlış adım tarih boyunca bu ümmete ve dünya insanlığına çok büyük bedeller ödetti ve ödetmeye devam ediyor. Bakınız "illiyet" (sebep-sonuç ilişkisi) nelere mal oluyormuş. Eğer ümmet Allah Teâlâ'nın sunmuş olduğu medeniyet projesi kapsamında 250 yıl boyunca "mutahhar" Ehl-i Beyt imâmları tarafından yönetilmiş olsaydı bugün yeryüzünün çehresi böyle olmayacaktı. Tarih boyunca yaşanan savaşların, her türlü zulümlerin ve adaletsizliklerin önü alınmış olacaktı. Ümmet ısırıcı sultanlar tarafından yönetildiği için "illiyet" (etki-tepki) sonucu hep Haçlıların saldırılarına maruz kaldı. Bugün ise ümmet Siyonist-Haçlı ittifakının muhatabı durumunda. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmiyor. Ehl-i Beyt imâmları ve ümmet olması gereken yerde olmadığı için dünyamız bu hâle gelmiş bulunmaktadır. Bugün İslâm medeniyetinden mahrumiyeti bütün dünya insanlığı ve hatta canlılar âlemi de yaşamaktadır. Yaşanan hasarın tespiti ise mümkün değil...

YORUMLAR

REKLAM

İLGİLİ BAŞLIKLAR

REKLAM